10 Kasım 2011 Perşembe

Kendini Kandırmadan Samimi Dindar Olmak


Önceki bölüme çevremizdeki varlıklar, dünya üzerindeki canlılar ve evrendeki canlı cansız herşey üzerinde düşünerek başlamış ve bu düşüncenin sonunda insanın yaratılış amacının Allah'a kulluk etmek olduğu gerçeğine ulaşmıştık. Bu bölüme de çok önemli bir konuyu hatırlatarak başlayalım.

Şu an kaç yaşındaysanız, örneğin 30 yaşındaysanız, bundan 30 sene 10 ay öncesine geri dönelim. Yeryüzünde bir varlığınız olmadığı gibi, var olacağınıza dair bir işaret de yoktu. Sonra bir spermin yumurta hücresi ile birleşmesi ve 9 aylık gelişim süreci sonucunda bir bebek olarak dünyaya geldiniz; yani yok iken var oldunuz. Önce tek bir hücre idiniz; sonra bu hücre bölündü iki hücre oldu, ardından dört, sekiz, onaltı, otuziki… En sonunda da milyarlarca hücreden oluşan, eli, kolu, gözleri, kulakları, burnu, dolaşım sistemi, solunum sistemi olan bir canlı haline geldiniz. Üstelik tek bir hücreyken, düşünebilen, akledebilen, görebilen, hissedebilen, şuur ve bilinç sahibi, zevk alan bir varlık oldunuz. Bunun ne kadar olağanüstü bir olay olduğunu biraz düşündüğünüzde rahatlıkla kavrayabilirsiniz.

Peki bu mucizevi olay nasıl gerçekleşti? Gözle görülmeyen iki parçanın birleşmesiyle nasıl şuurlu bir varlık oluştu ve bu varlık dünyaya eli yüzü düzgün görünümlü bir bebek olarak geldi? İşte bu soruların cevapları aşağıdaki ayetlerde verilmiştir:


O'dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alak'tan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır). Dirilten ve öldüren O'dur. Bir işin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca: "Ol" der, o da hemen oluverir. (Mümin Suresi, 67-68)

Bu ayetlerle insana hatırlatılan, kişinin kendisi de dahil olmak üzere tüm insanların ve tüm varlıkların Yaratıcısının Allah olduğu ve insanların bu gerçek karşısında akıllarını kullanmaları gerektiğidir. Akıl kullanan insan, asıl yaratılış gayesine ulaşacak ve Allah'ın dinine teslim olacak, O'nun rızasını ve rahmetini kazanmak için çalışarak yaşamını sürdürecektir. Allah, Kuran'da insanlara kendi yaratılışlarını düşünerek aldanışlardan, yanılgılardan uzak durmalarını şöyle emretmiştir:

Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir? Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni bir itidal üzere kıldı. Dilediği bir surette seni tertib etti. Asla, hayır; siz dini yalanlıyorsunuz; Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var, 'Şerefli-üstün' yazıcılar. Her yapmakta olduğunuzu bilirler. (İnfitar Suresi, 6-12)

Ancak tüm bu gerçeklere rağmen insan aldanıp yanılmaya, yanlış yola sapmaya, kendini kandırarak ömrünü boş işlere harcamaya yatkın bir varlıktır. Yeryüzündeki her detay son derece mucizevi olduğu halde, vicdansızlık yaparak bunları görmemeye, duymamaya veya görüp duyup da anlamazlıktan gelmeye meyillidir. Eğer insan Allah'ın varlığı ve büyüklüğü üzerinde düşünmez, aklını kullanmazsa dünyada yaşadıkları nedeniyle sonsuz bir pişmanlıkla karşılaşabilir. İşte bu yüzden insanların kendilerini kandırmaktan vazgeçmeleri, dünyadaki herşeyin bir amaç üzerine yaratıldığını, sahip oldukları tüm nimetlerin kendilerine bir hikmetle verildiğini ve hesap günü tüm bunlardan sorgulanacaklarını akıllarından çıkarmamaları gerekmektedir.

Dini yaşamak samimiyet gerektirir

Gerçek ve samimi imana sahip insanlar hiçbir konuda kendilerini kandırmaz ve gerçeklerden kaçmazlar. Çünkü bu insanlarda güçlü bir Allah korkusu vardır ve bu nedenle Allah'ın rızasını kaybetmekten, O'na kullukta kusur etmekten şiddetle sakınırlar. Ama Kuran'da bildirilen ifadeyle "kalbinde hastalık olan kişiler" Allah'a ibadet etmekte "ağır" davranırlar. Allah bu insanların varlığını Nisa Suresi'nin 72. ayetinde "Şüphesiz içinizden ağır davrananlar vardır" şeklinde bildirmiştir. Bu insanlar Kuran'a uygun olan yaşam ve ahlak modelini bilirler, ama din konusunda samimi olmadıkları için bu konuda isteksizdirler. İbadetleri yerine getirmemek için daima bahane ararlar. Sürekli böyle bir arayış içinde oldukları için de her şart ve ortamda kendilerini kandıracak ya da doğru olandan uzaklaştıracak sahte gerekçeler bulurlar. Allah'ın bir başka ayetinde bildirdiği gibi "bir ucundan dini yaşarlar" ve Allah'a gereği gibi kulluk etmezler. Halbuki onlar böyle samimiyetsiz bir ibadet anlayışıyla yalnızca kendilerini kandırırlar. Allah bu durumu Kuran'da şöyle açıklar:

İnsanlardan öyleleri vardır ki: "Biz Allah'a ve ahiret gününe iman ettik" derler; oysa inanmış değillerdir. (Sözde) Allah'ı ve iman edenleri aldatırlar. Oysa onlar, yalnızca kendilerini aldatıyorlarlar ve şuurunda değiller. Kalplerinde hastalık vardır. Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söylemekte olduklarından dolayı, onlar için acı bir azap vardır. (Bakara Suresi, 8-10)

Allah'ın dininde samimiyet esastır. Eğer bir insan sırf alışkanlıklar nedeniyle veya çevresinden tepki görmemek için bazı ibadetleri isteksizce yerine getiriyorsa, yukarıdaki ayette de bildirildiği gibi bununla yalnız kendisini kandırmış olur. Yaptıklarının Allah katında bir geçerliliği olmasını bekleyemez. Allah Kuran'da isteksizce yapılan ibadetlerin kabul görmeyeceği ile ilgili olarak insanları şöyle uyarır:

İnfak ettiklerinin kendilerinden kabulünü engelleyen şey, Allah'ı ve elçisini tanımamaları, namaza ancak isteksizce gelmeleri ve hoşlarına gitmiyorken infak etmeleridir. (Tevbe Suresi, 54)

Samimiyetten uzak insanların Allah'a karşı olan sorumluluklarından kaçmak, ömürlerini dünyevi hırslarla tüketmek için bitmeyen tükenmeyen bahaneleri vardır. Genç yaşlarında, okul yıllarında, iş hayatına atılınca, eğlencede, yazın, kışın, çocuk sahibi olunca, üzülünce, sevinince... Her durumda ibadet etmelerine, Allah'ın emirlerine uymalarına engel olarak gösterebilecekleri suni sebepler üretebilirler. İlerleyen bölümlerde insanların bahane olarak öne sürdükleri konular günlük hayattan örneklerle açıklanacaktır. Burada önemli olan, insanların bu gerekçeleri öne sürerken samimiyetsiz olduklarının anlaşılmasıdır. Çünkü dünya üzerinde bir insanın Allah'ın emirlerini yerine getirmesine engel olabilecek hiçbir gerekçe olamaz. Eğer insan böyle bir gerekçe öne sürüyorsa, bu, kendi samimiyetsizliği veya iradesizliğinin göstergesidir.

Allah'ın kendisini her an sarıp kuşattığını, kendisine şah damarından yakın olduğunu, herşeyi gördüğünü, işittiğini, herkesin gizlediklerini de açığa vurduklarını da bildiğini bilen bir insan, O'na olan kulluğunda asla samimiyetsizlik yapmaya kalkışamaz. Bir bahane öne sürecek olsa bunu, daha kalbinden geçirirken ve hatta henüz geçirmeden Allah'ın bileceğini ya da kullukta çekimser davranan bir insanın içindeki isteksizlikten Allah'ın haberdar olacağını çok iyi bilir. Ve böyle bir samimiyetsizliğe kalkışmanın karşılıksız kalmayacağını da düşünüp anlar. Dolayısıyla da kendisini kandırmanın bir kaçış olamayacağının aksine onu çok büyük kayıplara uğratacağının bilincindedir. Böyle bir insan hiçbir şartta Allah'ın rızasından taviz vermez. Çünkü Allah'a kesin bir bilgi ile iman ettiği için zaafı yoktur. Kayıtsız şartsız bir samimiyet içindedir.

Kalbinde hastalık olan bu insanlar ise, Allah'ı açıkça inkar etmeseler de imanlarında bir zaafiyet olması söz konusudur. Yani inançları belli koşullara bağlıdır. Nefislerinin rahatıyla ya da çıkarlarıyla çelişen ilk anda dinden taviz vermekten çekinmezler. Bunun dışındaki zamanlarda da kendilerince kolaylarına gelen ibadetleri yerine getirerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışırlar.

Bu insanlar kendilerini çok açık bir şekilde kandırırlar, ama bir türlü bunun şuuruna varmazlar. Siz de bu insanların Allah katında düştüğü samimiyetsiz duruma düşmek istemiyorsanız dikkat edin ve sakın kendinizi kandırmayın. Eğer bilgi eksikliği içindeyseniz, Rabbimizi en iyi Kuran'ı okuyarak tanıyabilirsiniz. Çünkü Allah Kendisini kullarına indirdiği kitabında tanıtmıştır. Böylelikle Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edebilir ve imanı bütün, samimi bir dindar olabilirsiniz. Ama Allah'ı ve dinini cahiliyenin bakış açısı ile değerlendirirseniz, telafisi mümkün olmayan büyük hatalara düşersiniz. Unutmayın; ancak Allah'a kesin bir bilgiyle iman ettiğinizde ve samimi bir kullukta bulunduğunuzda kurtuluş bulabilirsiniz.

Samimi dindar olmak ahiret inancının güçlü olması ile mümkündür

Önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, hayatını kendi istek ve tutkuları doğrultusunda, yaratılış gayesini unutmuş halde, değersiz işler peşinde koşarak, Allah'ın emir ve yasaklarını tanımadan geçiren bir insan, ölümden sonra dirileceğini, yaptıklarının tek tek hesabını vereceğini ve buna uygun bir karşılık göreceğini düşünmeyi istemez. Bundan dolayı her ne kadar ahiretin varlığını vicdanen bilse bile, vicdanını susturmayı ve kendini kandırmayı tercih eder. Sırf bu gerçekten kaçmak için bazı sapkın inançlara bile sarılır. Örneğin, özellikle son zamanlarda yaygınlaşan, öldükten sonra çeşitli kereler farklı yer ve zamanlarda ve farklı kimliklerle dirilerek yeniden dünyaya gelme şeklinde açıklanan reenkarnasyon inancının insanlar tarafından benimsenmesinin sebeplerinden biri de budur. Çünkü dünyada yaptıklarının karşılığı olarak ahirette cehennem gibi bir cezanın kendilerini beklediğini bilen ya da en azından buna ihtimal veren insanlar, öldükten sonra ahirete gidecekleri gerçeğinden rahatsız olurlar. Bu yüzden de mevcut hiçbir delili ve dayanağı olmamasına rağmen bu sapkın inancı veya bu tarz gerçek dışı inançları seve seve kabul ederler.

Bu şekilde kendilerini bir yolla ahiretin olmadığına inandırarak avutmaya çalışan insanlar her dönemde yaşamıştır. Nitekim Allah Kuran'da bu insanların, sırf ahireti kabul etmemek ve bu gerçekle yüz yüze gelmemek için akıl ve mantıktan nasıl uzaklaştıklarını bizlere ibret olarak aktarmıştır. Bu ayetlerden biri şöyledir:

Derler ki: "Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?" Derler ki: "Şu durumda zararına bir dönüştür bu." (Naziyat Suresi, 10-12)

Yukarıdaki ayetlerin sonunda da görüldüğü gibi ahireti ve dirilişi inkar eden bu insanlar, yeniden diriltilecekleri gerçeğinin kendi zararlarına olacağını vicdanen bilmektedirler. Bu yüzden bu gerçeği mümkün olduğunca akıllarına getirmemeye, demagojik konuşmalarla, sapkın düşüncelerle unutmaya ve unutturmaya çalışırlar. Cevabını çok iyi bildikleri halde, sırf gerçeklerden kaçmak için sordukları bu sorularla ilgili bir diğer ayet ise şöyledir:

Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 78-79)

Ahiret konusunda bu şekilde kendilerini kandırma yolunu seçen insanların bu mantıkları, tüm düşünce ve tavırlarına yansır. Bir insan eğer kendi kendini ölümünden sonra bir hesap gününün olmayacağına ve cennet ya da cehennem hayatının olmadığına inandırırsa taşkınlıkta sınır tanımaz. Çünkü insanı korkup sakınarak hareket etmeye yönelten sebeplerden biri, ahirette yaptıklarına uygun bir karşılık göreceği inancıdır. Ama eğer aksi yönde bir düşünce geliştirirse, sorumluluklarını önemsememeye ve göz ardı etmeye başlar. Çünkü ancak ahirete inanan insanlar, bu dünyada kendilerini kandırarak gerçeklerden kaçmanın ahirette çok büyük bir acı ve hüsranla sonuçlanacağını bilebilirler.

Siz de biraz düşündüğünüzde kendiniz dahil etrafınızdaki hiçbir şeyin bir tesadüf eseri olmadığını, herşeyin Allah'ın sonsuz gücü, bilgisi, isteği ve kontrolünde gerçekleştiğini rahatlıkla görebilirsiniz. Ayrıca ahireti yaratmanın da yukarıdaki ayetlerde haber verildiği gibi Rabbimiz için çok kolay olduğunu, İlahi adalete en uygun olan olduğunu kavrayabilirsiniz. Dikkat edin, bunları sakın anlamazlıktan gelerek kendinizi kandırma yoluna gitmeyin. Çünkü bu konuda kendini kandıranlar ve ahiret gerçeğinden uzak yaşayanlar, ahirette yaptıkları hataları telafi edememenin sonsuz acısını yaşayacaklardır.

Samimi insanlar şeytana uymazlar

İnsanların büyük bir çoğunluğu şeytanı gerçek özellikleriyle tanımaz, kafalarında onu etraftan duydukları ya da filmlerde gördükleri kadarıyla "hayali bir varlık" olarak canlandırırlar. Buna göre kimileri şeytanın Allah'tan ayrı müstakil bir güce sahip olduğunu sanarak -Allah'ı tenzih ederiz- gözlerinde olağanüstü büyütürken, kimileri de şeytanın varlığına şüphe ile bakıp şeytanı hiç önemsemezler. Varlığına ihtimal verseler bile şeytanın kendileri üzerinde bir etkisinin olabileceğini hiç düşünmezler. Bunların her ikisi de hiçbir bilgi ve delile dayanmayan, aksine yalnızca zanna dayanan yanlış inanışlardır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da en doğru ve güvenilir bilgiyi yine Allah'ın hak kitabından öğrenebiliriz.

Kuran'da bildirildiğine göre, herşeyden önce şeytan sanıldığı gibi müstakil bir güce sahip değildir. Allah'ın yarattığı ve tamamıyla O'nun kontrolünde olan bir varlıktır. Dünyada yaptığı tüm faaliyetler ancak Allah'ın izniyle gerçekleşir. Şeytan Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra bunlar için Allah'tan kıyamete kadar süre istemiştir. Şeytanın Allah'ın huzurundan kovulması ve aldığı bu süre ayetlerde şöyle bildirilir:

Andolsun, Biz sizi yarattık, sonra size suret (biçim-şekil) verdik, sonra meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da İblis'in dışında secde ettiler; o, secde edenlerden olmadı. (Allah) Dedi: "Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan neydi?" (İblis) Dedi ki: "Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (Allah:) "Öyleyse oradan in, orada büyüklenmen senin (hakkın) olmaz. Hemen çık. Gerçekten sen, küçük düşenlerdensin." O da: "(İnsanların) dirilecekleri güne kadar beni gözle(yip ertele.)" dedi. (Allah:) "Sen gözlenip-ertelenenlerdensin" dedi. Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın." (Allah) Dedi: "Kınanıp alçaltılmış ve kovulmuş olarak oradan çık. Andolsun, onlardan kim seni izlerse, cehennemi sizlerle dolduracağım." (Araf Suresi, 11-18)

Şeytan sonsuz azaba mahkum olarak Allah'ın huzurundan kovulduktan sonra insanları da kendisi gibi saptıracağına and içmiş ve sinsi faaliyetlerine başlamıştır. Allah, şeytanın bu faaliyetlerini Kendisine iman ve kulluk edenlerle etmeyenleri ayırt etmek için bir imtihan vesilesi kılmıştır. Bu yüzden şeytanın sinsi oyunları, tuzakları ve planları dünyada yaşayan, yani imtihanı devam eden tüm insanlar için geçerlidir. Şeytan hiçbir istisna gözetmeden, tek tek herkesi kandırmak için uğraşacaktır. Bu yüzden hiç kimse şeytanın etkisini kendinden uzak görmemelidir. Eğer insan bu tehlikenin şuurunda olursa, buna göre dikkatli davranır ve şeytanın en ufak bir tuzağını bile fark edebilir. Ama eğer kendisinden uzak görürse, şeytanın etkisine kolaylıkla girebilir. İşte bu nedenle şeytan, Allah'ın samimi kullarına etki edemez; çünkü onlar şeytanın kendilerini doğru yoldan saptırmaya çalışacağını hiçbir zaman unutmaz ve her zaman onun etkisine karşı temkinli davranırlar.

Şeytanın kötü telkini her konuda kendini gösterebilir. İnsan, bu telkin sonucunda, farkına vararak veya varmayarak günlük yaşamı içinde karşılaştığı her konuda hataya düşebilir. Ve eğer samimi bir imana sahip değilse, bu etki tüm yaşamına yayılabilir; ki bunun sonucu insanı cehenneme kadar sürükler. Nitekim şeytanın hedefi de tam olarak budur. Şeytan, insanların Allah'a karşı isyankar bir tavır içinde olmalarını ve bunun sonucu olarak sonsuza kadar azap içinde kalmalarını ister. Ve cehenneme girene kadar onların peşini bırakmaz. Küçük büyük tüm tuzaklarının, insanları sürekli gözlemesinin, fırsat kollamasının amacı, insanları da kendisi ile birlikte cehenneme sürüklemektir. Allah bir ayetinde şeytanın bu düşmanlığına karşı insanları uyarmıştır:

Gerçek şu ki, şeytan sizin düşmanınızdır, öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi grubunu, ancak çılgınca yanan ateşin halkından olmaya çağırır. (Fatır Suresi, 6)

Kuşkusuz Allah bu ayetiyle büyük bir tehlikeye dikkat çekmiştir. Şeytan insanlığın başlangıcından bu yana, Allah'a iman etmeyen sayısız insan üzerinde bu hedefine ulaşmıştır. Nitekim bu duruma ayetlerde şöyle dikkat çekilmiştir:

Andolsun, İblis, kendileri hakkında zannını doğrulamış oldu, böylelikle iman eden bir grup dışında, ona uymuş oldular. Oysa onun, kendilerine karşı hiçbir zorlayıcı gücü yoktu; ancak Biz ahirete iman edeni, ondan kuşku içinde olanı ayırt etmek için (ona bu imkanı verdik). Senin Rabbin, herşeyin üzerinde gözetici-koruyucudur. (Sebe Suresi, 20-21)

Ama burada hemen şunu belirtelim ki, Allah Kuran'da şeytanın hileli düzeninin pek zayıf olduğunu da bildirmiştir. (Nisa Suresi, 76) Yukarıdaki ayette de görüldüğü gibi, şeytanın insanları zorlaması gibi bir durum söz konusu değildir; zaten buna gücü de yetmez. Şeytan insanları sadece çağırır ve Allah'a samimi olarak iman etmeyen, ahireti inkar eden insanlar, bu çağrıya uyarak kendi kendilerini zarara sürüklerler. Ahirette şeytanın kendisinin de itiraf edeceği bir ayette şöyle bildirilir:

İş hükme bağlanıp-bitince, şeytan der ki: "Doğrusu, Allah, size gerçek olan va'di va'detti, ben de size vaadde bulundum, fakat size yalan söyledim. Benim size karşı zorlayıcı bir gücüm yoktu, yalnızca sizi çağırdım, siz de bana icabet ettiniz. Öyleyse beni kınamayın, siz kendinizi kınayın. Ben sizi kurtaracak değilim, siz de beni kurtaracak değilsiniz. Doğrusu daha önce beni ortak koşmanızı da tanımamıştım. Gerçek şu ki, zalimlere acı bir azap vardır." (İbrahim Suresi, 22)

Nasıl ki şeytanın hilesi zayıfsa, yaptığı olumsuz telkinlerin etkisinden kurtulmak da son derece kolaydır. Allah insanlara bu etkiden uzaklaşmanın yollarını da ayetleriyle şöyle bildirir:

Eğer sana şeytandan yana bir kışkırtma (vesvese veya iğva) gelirse, hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. (Allah'tan) Sakınanlara şeytandan bir vesvese eriştiğinde (önce) iyice düşünürler (Allah'ı zikredip-anarlar), sonra hemen bakarsın ki görüp bilmişlerdir. (Araf Suresi, 200-201)

Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, şeytanın iman etmiş kişiler üzerinde etkisinin olması mümkün değildir. Şeytanın olumsuz etkisinden uzaklaşmanın yolu da öncelikle sonsuz kudret sahibi olan Allah'a sığınmak ve Allah'ın ayetleri üzerinde düşünmektir. Gaflete kapılmadan zihin açıklığıyla düşünen ve gerçekleri görebilen insan, şeytanın kendisini aldatmasına karşı son derece dikkatli olur ve onun tuzağına düşmek yerine, imanıyla, kararlılığı ve Allah'a olan sadakati ile şeytanın tuzağını bozabilir.

Ama insanların geneli kendileri için böyle bir tehlikenin var olduğunu düşünmezler. Bu yüzden şeytanın telkinlerine karşı Allah'a sığınmayı akledemezler. Şeytan gaflet içindeki bu insanlara sinsice yaklaşır ve kendi telkinlerini fısıldar. İşte insanların gerçekleri bile bile kendilerini kandırmalarının nedenlerinden birisi de şeytanın bu telkinlerine ve vesveselerine kulak vermeleri, onun çağırdığı yanlış yola uymalarıdır.

Peki şeytan, bakıldığında aklı başında gibi görünen onca insanı, nasıl olur da bu derece akılsızca bir tavra ikna edebilir? Hangi yolları kullanarak kendilerini kandırmalarına ve sonu cehennemle noktalanacak bir yola girmelerine sebep olabilir?

İlerleyen sayfalarda şeytanın telkinine kapılarak kendilerini kandıran insanların durumları, kendilerince makul zannetikleri mazeretleri, kendilerini kandırma gerekçeleri anlatılacak ve bu insanların içine düştükleri ibret verici durum gözler önüne serilecektir. Şeytanın bu insanları hangi yollarla kandırdığına ve azaba sürüklediğine dikkat çekilecek ve böylece samimi insanların bu sinsi metotlara karşı temkinli olmaları hatırlatılacaktır.

Şeytan, insanlara bahane ve mazeretler telkin eder

Şeytan insanları Allah'ın yolundan döndürebilmek, Allah'ın emrettiği ibadetleri yerine getirmelerine ve Kuran'da bildirilen üstün ahlakı yaşamalarına engel olmak için pek çok taktik izler. Bu taktiklerden biri de, insanların yapmadıkları ibadetler ile ilgili çeşitli mazeretler öne sürmelerini sağlamaktır. Yani şeytan bir insanı hataya sürüklerken, bu yaptığını ona makul gösterecek bahaneleri de beraberinde verir. Örneğin, Allah'a ibadet etmesi gerektiğini bilen genç bir insana önünde daha çok uzun yıllar olduğu, ileride bu sorumluluklarını tam olarak yerine getireceği, ama şimdi buna vaktinin olmadığı, zaten şartların da elvermediği, bütün gün dışarıda, okulda ya da işte olduğu, ayrıca arkadaşlarının da bunu yadırgayacağı gibi, onlarca mazeret telkin eder. Eğer bu insan samimi ve güçlü bir imana sahip değilse, sonunda şeytanın bu telkinlerine aldanır. Ama şeytan bununla da yetinmez ve kolay kolay bir insanın peşini bırakmaz. Daha önce de belirtildiği gibi kişi cehenneme girinceye kadar rahat etmez. Bir yandan da kişiye sürekli yaptıklarının makul olduğunu, bu şekilde hareket etmekte haklı olduğunu telkin eder. Sonunda kişi Allah'a kulluk görevlerini yerine getirmeyen, ama bunda da haklı sebepleri olduğunu zanneden, hatta bu konuda son derece sabit fikirli bir insan haline gelir.

Oysa daha önce de hatırlatıldığı gibi, her insan kendisini yaratmış olan Allah'a kulluk etmesi gerektiğini vicdanen çok iyi bilmektedir. Ama şeytanın kendisine telkin ettiği ve meşru gibi gösterdiği sebeplerle kendisini, bunun şu an için gerekli olmadığına inandırmıştır. Bir başka ifadeyle, yapması gerekeni vicdanen bilmesine rağmen, türlü sebeplerle kendisini kandırmış ve kendisini yanlış olana inandırmıştır.

Allah, Kuran'da şeytanın telkinleriyle samimiyetten uzaklaşan bu insanlara dair pek çok örnek vermiştir. Bu örneklerden bazıları Peygamberimiz (sav)'in döneminde yaşayan ve imani zaafiyet içinde bulunan insanlardan verilmiştir. O dönemdeki şartlar nedeniyle bir savaş söz konusudur ve Peygamberimiz (sav) de müminleri Kuran'daki emirler doğrultusunda, hak uğrunda savaşa teşvik etmiştir. Fakat Allah'ın ayetlerdeki nitelendirmesiyle "kalbinde hastalık olan insanlar" savaşa çıkmamak için türlü mazeretler ileri sürmüşlerdir. Bu durum ayetlerde şöyle bildirilir:

...Onlara: "Gelin Allah'ın yolunda savaşın ya da savunma yapın" denildiğinde, "Biz savaşmayı bilseydik elbette sizi izlerdik" dediler. O gün onlar imandan daha çok küfre daha yakındılar. Kalplerinde olmayanı ağızlarıyla söylüyorlardı. Allah onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir. (Al-i İmran Suresi, 167)

Bu insanların, yukarıda bahsedildiği gibi, şeytanın etkisine girdikleri çok açıktır. Çünkü bu insanlar vicdanen yapmaları gerekeni bilmelerinin yanı sıra, bizzat Peygamberimiz (sav)'in tebliğine şahit olmuş, Allah'ın dinini iyi bilen insanlardır. Ama bunca gerçeği bilmelerine, hatta ibadetlerden bir kısmını o güne kadar yerine getirmelerine rağmen, dünyaya olan bağlılıkları yüzünden şeytanın bu tuzağına düşmüşlerdir. Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi Müslümanları korumaları gerektiğini gayet iyi bilmelerine rağmen, bilmediklerini söyleyerek kendilerini ve sözde müminleri de kandırma yoluna gitmişlerdir. Bu insanlardan diğer bir kısmı da Peygamberimiz (sav)'e,"...Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile..." (Fetih Suresi, 11) diyerek kaçmaya çalışmışlardır. Bu ifadeler şeytanın etkisiyle söylenmiş ifadelerdir. Nitekim bütün Müslümanların canı tehlike altındayken kişinin kendi derdine düşmesinin ne kadar büyük bir vicdansızlık olduğu açıktır.

Söz konusu insanlar Allah'ın emirlerine uymak ve rızasını kazanmak için ne yapmaları gerektiğini çok iyi bilmektedirler. Nitekim samimi olmadıklarını bildikleri için de Peygamberimiz (sav)'e kendileri için bağışlanma dilemesini söyleyerek sözde vicdanlarını rahatlatmaya çalışmışlardır. Vicdansızlık yapmalarına rağmen kendi söyledikleri yalanlara kendilerini öyle bir inandırmışlardır ki, sonunda buna sevinecek duruma gelmişlerdir. Allah bir ayetinde ibadetlerden geri kaldıkları için kendilerince sevinen samimiyetsiz insanların durumuna şöyle dikkat çekmiştir:

Allah'ın elçisine muhalif olarak geri kalanlar oturup kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd etmeyi (çaba harcamayı) çirkin görerek: "Bu sıcakta çıkmayın" dediler. De ki: Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir." Bir kavrayıp anlasalardı. (Tevbe Suresi, 81)

Peygamber dönemindeki şartlara ve ortama göre insanlara bu mazeretleri telkin ederek kandıran şeytan, elbette bugün yaşayan insanları daha farklı telkinler ve mazeretlerle kandırmaya çalışacaktır. Çünkü şeytan, dünyadaki imtihanın bir gereği olarak, insanların bütün zaaflarından haberdardır. Her şarta, her ortama göre farklı planlar yapabilir. Karşısındaki insanlar; bilim adamları, profesörler, fikir adamları, liderler, halktan kişiler, sanatçılar, kısacası her kültür seviyesinden, her türlü maddi imkana sahip insanlar olabilir. Şeytan bu insanların tümüne hangi yollardan yaklaşacağını bilir.

Şeytanın, sürekli fırsat kollamasına rağmen etki edemediği yegane insanlar, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi salih Müslümanlardır. Çünkü başta da belirtildiği gibi, müminler Allah'tan korktukları ve cehennemden şiddetle sakındıkları için şeytanın olası bir sinsiliğine karşı dikkatleri son derece açıktır. Ayrıca Allah'a olan imanları nedeniyle çok güçlü bir akla, vicdana ve iradeye sahiptirler.

Şeytanın buraya kadar anlatılan taktikleri, telkinleri tüm insanlara yöneliktir. Yani siz de şeytanın bu sinsi telkinlerine maruz kalma tehlikesi altında olan bir insansınız. O halde eğer samimi imana sahipseniz sakın bu gerçekleri bile bile şeytanın tuzağına düşmeyin. Unutmayın; şeytan sizi de kendisiyle birlikte cehenneme sürüklemek için pusuda bekliyor, hakkınızda planlar yapıyor. İlk fırsatını bulduğunda sinsice harekete geçecektir. Siz şeytana bu fırsatı vermeyin. Sizi Allah'ın yolundan alıkoymak, O'na kulluk ve dua etmenizi engellemek için binbir türlü mazeret fısıldayacaktır. Üstelik bunları son derece makul ve mantıklı göstermeye de çalışacaktır. Böylelikle kendi kendinizi kandırarak ikna etmenizi sağlamaya çalışacaktır. Halbuki siz vicdanınız sayesinde bunların hepsini rahatça anlayabilirsiniz ve Allah'ın rızasından yana iradenizi kullanarak şeytanın etkisini kendinizden kolayca uzaklaştırabilirsiniz. Bu dünyada sizin için hiçbir şey cehennemden kurtulmaktan daha önemli ve acil olamaz. O halde şeytanın sizin için ürettiği mazeretleri benimseyerek kendinizi kandırmaya kalkmayın. Çünkü din günü hiçbir mazeret geçerli olmayacak, hatta Allah'ın ayetinde bildirdiği gibi insanların mazeretlerini sayıp dökmelerine dahi izin verilmeyecektir.

Gerçek budur; dikkat edin! Sakın Allah'ın dinini yaşama konusunda bahaneler öne sürüp kendinizi kandırmayın.

Şeytan, boş ve amaçsız işlerle oyalar

Şeytanın, insanların kendilerini kandırmaları için kullandığı taktiklerden biri de onları boş ve amaçsız işlerle oyalamaktır. Bunun için yaptığı telkinlerle, Allah'ın rızasından uzak işleri insanlara süsleyip çekici gösterir. Şeytanın bu telkinlerine kapılan insanlar sürekli dünyevi planlar, çıkarlar ve hedefler peşinde koşar hale gelirler. Bunlarla oyalanırken de Allah'a olan kulluk görevlerini, bir gün dünyadaki yaşamlarının son bulacağını ve Allah'ın huzurunda hesap vereceklerini akıllarına bile getirmezler. Kitabın başında da üzerinde durulduğu gibi, daha iyi bir mevki, daha çok para ve yatırım, daha parlak bir istikbal gibi geçici ideallerle tüm yaşamlarını geçirirler. Halbuki bir saniye sonra yaşayacağının bile garantisi olmayan, nerede ve nasıl öleceğini asla bilmeyen bir insanın böyle sonuçsuz planlar peşinde koşmasının, hesaplar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu açıktır.

Ama insanların büyük bir çoğunluğu böyle yaşamak zorunda olduklarına kendilerini inandırmışlardır. Kendi kendilerini avutmak için de kitap boyunca anlatılanlar üzerinde düşünmemeyi, kendilerini kandırarak yaşamlarını sürdürmeyi tercih ederler. Buna göre, her biri amaç edindiği konuyu neredeyse dünyanın en önemli işi olarak görür. Örneğin, bir sekreter için patronunun toplantılarını unutmamak, bir öğrenci için derslerinden daha yüksek not almak, bir tezgahtar için o gün daha çok ayakkabı satabilmek, bir iş adamı için daha büyük bir ihaleyi kazanmak, bir sporcu için kendi dalındaki en büyük ödülü almak, bir sanatçı için kasetini daha çok insana dinletebilmek, bir genç kız için katılacağı partide en güzel kıyafeti giymek, liseli bir genç için okulun en güzel kızıyla arkadaşlık edebilmek, üniversite çağındaki bir insan için arkadaş çevresindeki en kültürlü insan olmak, bir çevirmen için en doğru kelimeleri kullanmak, bir yazar için en edebi üslupla kitaplar ve makaleler yazmak dünyanın en büyük amaçlarıdır. Elbette burada sayılan işlerin tamamını insanların yapması ve en iyisinin olmasını istemeleri doğaldır; ama en başta da belirtildiği gibi bunlar bir insan için hayattaki en önemli işler değildir. Bir insanın Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktan ve cennetine layık bir kul olmaktan daha önemli bir işi olamaz.

Eğer insan kendini kandırıp, gerçekleri görmezden gelerek dünyaya yönelik isteklerinin hayatın yegane amacı olduğunu zannederse, hiç ummadığı bir anda ölümle karşılaştığında büyük bir pişmanlık yaşayacaktır. O ana kadar kendisi için en önemli değerlerin evi, iş yeri, arabası, diploması, kıyafetleri, arkadaşları, akrabaları, iş çevresi olduğunu zannetmiştir. Ancak bunların ne kadar geçici olduğunu ve dünyadaki imtihan ortamının birer parçası olduğunu daha ölüm meleklerini gördüğü ilk anda anlar. Devamında, bir tarafında sonsuz mükafaat yurdu olan cennet bir tarafında ise insanın bedenine ve ruhuna en şiddetli azapların yaşatıldığı cehennem olduğu halde, Allah'ın huzurunda sorgulanırken yaşadığı çaresizlik ve pişmanlık dayanılmaz boyuttadır.

O anda geçerli olan tek şey Allah'ın rızası için yapılan işlerdir. Ama söz konusu kişi hayatı boyunca hiç böyle bir şey yapmamış, Allah rızası için çalışmamıştır. İşte o zaman dünyada hayatını adadığı, uğruna yaşlandığı, ömrünü tükettiği işlerin hiçbir anlamı ve önemi olmadığını olabilecek en açık şekilde anlar. Gerçi bunlar bilmediği şeyler değildir. Karşısına çıkanların hepsi vicdanen çok iyi bildiği, ama kendini kandırarak kaçtığı gerçeklerdir. Allah bu insanların durumunu "...Kendi yaptıklarını şeytan süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi." (Ankebut Suresi, 38) ayetiyle haber vermiştir. Yani bu insanlar gerçekleri görebilecekken şeytanın telkinlerine bile bile uymuşlar ve boş işlerle yaşamlarını tüketmişlerdir.

Ahirette hatalı davrandığını kabul etmenin bu insanlara bir fayda getirmeyeceğini Allah ayetlerinde şöyle bildirir:

Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman; O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." Artık o gün hiç kimse (Allah'ın) vereceği azap gibi azaplandıramaz. Onun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 22-26)

O halde siz ahirette "keşke" diyenlerden olmamak için hemen şimdi, hayatınızın gerçek amacını düşünün ve yaptığınız işlerin bu amaca ne kadar hizmet ettiğini bir daha gözden geçirin. Dikkat edin, sakın boş ve amaçsız işlerle kendinizi, iyi işler yapıyormuş gibi avutup kandırmayın. Bu, gün boyunca yaptığınız tüm işler, meşgul olduğunuz tüm uğraşılar için geçerlidir. Mutlaka maddi ve manevi pek çok şey için çalışıp, çabalıyorsunuz. Bunların hepsini yapmaktaki asıl gayeniz, Allah'ın rızasını ve cennetini kazanmak olmalı. Eğer bir işte Allah'ın rızasını görmüyorsanız ve ahiretinize bir fayda sağlamayacağını düşünüyorsanız, onu terk edin. Ancak yapmakta hayır ve fayda gördüğünüz işlere yönelin. Vicdanınızın sesi size bu ayrımı en doğru şekilde söyleyecektir. Mutlaka vicdanınızın sesine kulak verin ve dikkat edin; şeytan değersiz, geçici şeyleri süsleyip çekici kılarak sizi de kandırmasın.

Şeytan, aldatıcı vaatlerde bulunur

Şeytan insanı Allah'ın yolundan alıkoymak için insanlara yalnız boş işleri süslemekle kalmaz. Onlara bu konuda çeşitli vaatlerde de bulunur. Allah şeytanın bu hilesini bir ayetinde şöyle bildirir:

(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey va'detmez. (Nisa Suresi, 120)

Şeytanın etkisine giren insanlar önlerinde çok uzun yılların olduğuna kendilerini inandırıp, uzun vadeli planlar peşinde koşarlar. Sanki bu dünyada sonsuza dek yaşayacakmış gibi mal, mülk, makam, mevki hırsına kapılarak Allah'ın rızasından tamamen uzaklaşırlar. Allah bunun şeytanın bir kışkırtması olduğuna başka bir ayetinde şöyle dikkat çeker:

Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır. (Muhammed Suresi, 25)

Her insanın, kendi içinde bulunduğu durum ve şartlara göre binlerce konuda çok kapsamlı plan ve tasarıları vardır. Daha önce de belirtildiği gibi her meslekten, her yaş grubundan, her sosyal çevreden insanın planları birbirinden farklı da olsa, temelinde tümü dünyaya yöneliktir. Örneğin, bir iş adamının geleceğe yönelik en büyük ideali, büyük bir fabrikaya sahip olabilmektir. Bu fabrikaya sahip olduktan sonraki en büyük ideali ise, ürettiği malları dünya çapında "pazarlayabilmek"tir. Veya bir sanatçının ideali ülkesindeki herkes tarafından tanınan, sevgi ve saygı duyulan, yetenekleri takdir edilen bir insan olabilmektir. Bu amacına ulaşırsa bir sonraki amacı tüm dünya çapında aynı başarıyı gösterebilmektir. Pek çok insan için bu tarz çeşit çeşit örnek sayabiliriz. Bu insanlar dünyada kendileri için edindikleri bu idealleri gerçekleştirebilmek için gece gündüz çalışırlar. Yeri geldiğinde pek çok fedakarlıkta bulunur, pek çok zorluğa katlanır, her türlü sıkıntıyı ve engeli aşmak için uğraşırlar.

Ama acaba bunları gerçekleştirebilecek kadar ömürleri var mıdır? İşte her insanın öncelikle bunu düşünmesi gerekir. Çünkü yukarıda sayılan planların hiçbirinin gerçekleşmesi garanti değildir. Ama ölüm mutlaka gerçekleşecek, her insanın başına gelecektir. Buna rağmen bu insanların ölüm sonrası için hiçbir plan ve hazırlıkları yoktur. Tüm hayatları dünyadaki yaşamlarına yönelik idealleri gerçekleştirmeye adanmıştır. Üstelik bir gün ölümle birlikte tüm planlarının bir daha tamamlanmamak üzere yarıda kalabileceğini akıllarına bile getirmemişlerdir. Çünkü şeytan onlara, ayette bildirildiği gibi türlü vaatlerde bulunmuş ve onlar da bunlara kapılıp kendi kendilerini kandırarak bir ömrü tüketmişlerdir.

Oysa insan uzun emeller peşinde koşmak yerine Allah'a karşı sorumlu olduğunu ve din gününde O'nun huzurunda bütün yaptıklarının hesabını vereceğini bilerek, Allah'ın Kuran'da gösterdiği yola uygun şekilde yaşamalıdır. Aksi takdirde, sonsuz hayatı için bir hazırlık yapmaması, kendisi için tanınan fırsatı kaçırması, onu sonsuza kadar cennetten mahrum bırakabilir. Cennetten mahrum olan bir insanın gideceği yer ise cehennemdir. Allah'ın kendisine tanıdığı bu süreyi hiçbir değeri olmayan işlerle sorumsuzca tüketenler, ahirette çok büyük bir pişmanlık yaşayacaklardır. Kendilerine o gün şöyle denilecektir:

...Size orada (dünyada) öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?.. (Fatır Suresi, 37)

Ayette bildirildiği gibi, her insana öğüt alabileceği, vicdanının sesini duyabileceği süre verilmiştir. Şeytan ne kadar yanlış yola sürüklemeye çalışsa da, insanın bu çağrıya icabet etmeme, Allah'ın emrettiği yolda ilerleme imkanı vardır. Bunun tek yolu samimi bir iman ve Allah'a güvendir. Nitekim bu özelliklere sahip insanlara yönelik olarak şeytanın her türlü çabasının, aldatıcı vaadinin boşa çıkacağı Kuran'da bildirilmiştir:

"Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaadlerde bulun." Şeytan, onlara aldatmadan başka bir şey vadetmez. "Benim kullarım; senin onlar üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur." Vekil olarak Rabbin yeter. (İsra Suresi, 64-65)

Dikkat edin, şeytan sizi de dünyevi hırs ve emellerin, uzun vadeli planların peşinde koşturarak, asıl hazırlık yapmanız gereken yeri unutturmasın. Siz dünyevi ideallerle, geçici hırslarla kendinizi oyalayıp, iyi işler yaptığınızı sanarak kendinizi kandırmayın. Allah'ın aşağıdaki emrini yaşamınızın hiçbir anında aklınızdan çıkarmadan uygulayın:

Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Kendileri Allah'ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr Suresi, 18-19)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder